22.12.12

Bedüzzaman ve Siyaset

Bediüzzaman ve siyaset

www.pagesworm.blogspot.comSiyaset, Arapça S-Y-S (Sase) kelimesinden türetilmiş bir kelime olup, atı terbiye etmek demektir. Seyis (at terbiyecisi) aynı fiil kökünden gelir. Sase fiili bu anlamın dışında kavramsal siyasete atfen Hikmet ile hükmetti anlamına gelir. Hikmet Doğru Davranış demektir. Siyaset, doğru bir şekilde karar vermek demektir. Lügatlerde siyaset “Ülke idare etme sanatı” “Devlet idaresini düzenleme” “Devleti yönetme bilimi” ve geniş anlamı ile “Yönetim bilimi ve sanatı” olarak tarif edilmiştir.

Platon’a göre toplum bir beden gibidir. Her aza gibi herkesin bu beden içinde bir görevi ve işlevi vardır. Devlet bu bedenin beyni mesabesindedir. Beyin idare mekanizmasıdır ve bütün vücudu adalet ilkeleri çerçevesinde idare eder. Beynin bedenin düzenini sağladığı gibi devlet de toplum düzenini sağlar.

Bediüzzaman siyasetle ilk olarak Mardin’de tanışır. Burada Cemaleddin-i Afgani’nin ittihad-ı İslam ile ilgili fikirlerinden etkilenir. Münazarat adlı eserinde de İttihad-ı İslam konusunda selefleri olan kişileri sayarken Cemaleddin-i Afgani’yi de sayar. Ayrıca Bediüzzaman Namık Kemal’in hürriyet ile ilgili fikirlerinden de etkilenir. Bediüzzaman derin uykudan Namık Kemal’in rüyası ile uyandığını anlatır.

Bediüzzaman Tahir Paşa Konağında kaldığı vakit gazetede okuduğu bir haber üzerine İstanbu’a gider. Doğu’da Medresetüzzehra adlı bir üniversite açmak için Sultan Abdulhamid ile görüşmek ister ancak etrafındaki dalkavuklar buna mani olur. 1908’de II. Meşrutiyetin ilan edilmesiyle İstanbul hareketlenir. Bediüzzaman da o zamanlar birçok gazetede meşrutiyeti, hürriyeti anlatan yazılar yazar. Farklı yerlerde konferanslar verir. Farklı dernekleri, kulüpleri gezer. İnsanlara Meşrutiyetin islama uygun olduğunu anlatmaya çalışır. Ancak 1909’da 31 Mart olayı meydana gelir. Bediüzzaman bu esnada tutuklanır. Ancak suçlu olmadığı anlaşılınca serbest bırakılır.

Bediüzzaman 1910 yılında İstanbul’dan ayrılıp Doğu’ya döner. Doğu’daki aşiretleri gezip meşrutiyetin güzelliklerinden, İstibdatın zararlarından bahseder.1911’de Şam’a gidip bir hutbe okur. Bu hutbede İslam âleminin geri kalış sebeplerini ve çözüm reçetesini sunar.(Bu hutbe her ne kadar içtimai bir hutbe olsa da siyasi bir yönü de vardır.2011’de Şam’da okunması planlanan hutbenin siyasiler tarafından iptal edilmesi bile bunun önemli bir kanıtıdır).

Bediüzzaman 1912’de Sultan Reşad ile Rumeli seyahatine çıkar. Sultan Reşad’dan da Medresetüzzehra için destek ister. Sultan Reşad, Medresenin kurulması için kendisine on dokuz bin altın ayırır. Bediüzzaman, Van Edremit’e gidip medresenin temelini atar. Ancak I.Dünya savaşının başlamasıyla bu proje yarıda kalır.

Bediüzzaman Kafkas Cephesinde talebeleriyle birlikte savaşır. Cephede yaralanıp Ruslara esir düşer. 1917’de Rusya’da Bolşevik isyanı çıkınca oradan firar edip İstanbul’a gider. İstanbul’da bir süre Darül Hikmet’ül İslamiye’de çalışır.1920’de İstanbul İngilizler tarafından işgal edilince hutuvat-ı sitte adında bir kitapçık yayımlar. Bu kitapçıkta halkın İngilizlere boyun eğmemesi gerektiği anlatılır. Ayrıca Ankara’da kurulan Meclise karşı yayınlanan fetvaya karşı bir fetva yayınlar. Bu fetva ile milli mücadeleyi destekler. Bediüzzaman’ın bu kahramanlıklarını duyan Ankara hükümeti Bediüzzaman’ı TBMM’ye davet eder. Bediüzzaman burada namaz ile ilgili on maddelik beyanname yayımlar. Ayrıca Bediüzzaman Medresetüzzehra projesini burada da dile getirir.165 mebusun desteğini alır. Ancak buradaki yönetimin menfi politikasını görünce onlarla çalışmaktan vazgeçer. Ankara’dan ayrılarak Van’a gider. Van’da Erek dağında inzivaya çekilir. Bediüzzaman için aktif siyaset dönemi biter.

Bediüzzaman I.Said döneminde siyaseti dine hizmetkâr etmeye çalışır. Ancak siyasette gördüğü yanlışlardan dolayı siyasetten uzaklaşır. Bunları birkaç maddede açmaya çalışalım:
Bireyin devlete feda edilmesi: Bediüzzaman’a “Niçin eskiden hürriyetin başında siyasetle hararetle meşgul oluyordun, bu kırk seneye yakındır ki bütün bütün terk ettin?” diye sorulunca, siyasette devlet/vatan/millet/cemaat/ için fert/eşhas feda edilir kuralının geçerli olduğunu, nev-i beşerde birçok cinayetin bu kanunun su-î istimalinden meydana geldiğini söyler. Kur’an-ı Kerim’de geçen “Hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenmez” ve “Kim bir cana kıymamış veya yeryüzünde fesat çıkarmamış birisini öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibidir” ayetleri ile ders verir. Bütün insanlar için bile olsa fertlerin feda edilemeyeceğini ifade eder.

Şefkat, vicdan ve hakikat siyasetten men ediyor: Yüzde 20’lik tokada müstehak dinsiz münafıklar yüzünden yüzde 70–80 masumların da belaya, musibete düşebileceğini; işte bundan dolayı siyasetten uzak durmaya çalıştığını söyler.

O zat (süfyan) ile siyasetle galebe edilmez: Hadis-i şeriflerde geçen kişiyle siyaset canibiyle galebe edilemeyeceğini anlar ve bu yüzden Ankara’dan ayrılıp Van’a gider.

Siyaseti Dinsizliğe alet etme: II. Meşrutiyetten beri siyaseti dinsizliğe alet etmeye çalışan bir kesimin, dinsizliklerini örtmek için başkalarını “irtica ile ve dinini siyasete alet yapmakla itham” ettiklerini belirtir.

Avrupa üflüyor biz oynuyoruz: 1920-1922’lerdeki İstanbul siyasetini İspanyol hastalığına benzetir (İspanya’da 1914–1919 yıllarında ortaya çıkan bir hastalıktır. Dünyada 25 milyondan fazla kişinin ölümüne sebep olmuştur). Bu siyasetin fikri hezeyanlaştırdığını anlatır. Siyasette halkın müteharrik-i bizzat olmadığını, bilvasıta müteharrik olduklarını, Avrupa’nın üflemesiyle oynadıklarını söyler. Bu dönemdeki siyasette etken değil, edilgen olduklarını ifade eder.

Bu zamanda siyaset akıl, kalp ve ruha zarar verir: Siyasetin kalbleri ifsad ettiğini, ruhları da azap içinde bıraktığını belirtir. Siyasi/afakî boğuşmaları merak etmenin ruhları sersem, akılları geveze ettiğini söyler.

Siyaset birlik ve beraberliğe zarar verir: Üstadı siyasî cereyanlara soğuk baktıran diğer bir sebep ise, siyasî tarafgirliğin birlik ve beraberlik ruhuna verdiği büyük zarardır. Bediüzzaman Kastamonu Lahikasında bizleri şöyle uyarmaktadır: "Sakın, sakın! Dünya cereyanları, hususan siyaset cereyanları ve bilhassa harice bakan cereyanlar sizi tefrikaya atmasın. Karşınızda ittihad etmiş dalalet fırkalarına karşı perişan etmesin!”

Taraftargirlik ile şeytana rahmet okuma: Bediüzzaman bir vakit ehl-i ilim bir zatın siyasi fikrine muhalif bir salih adamı tekfir ettiğini, kendi siyasi fikrinde olan bir münafığı da hürmetkarane methettiğini görür. Siyasi tarafgirlik ile insanların kendi siyasi görüşünde olan şeytan gibi bir adama  rahmet okuyup, karşı siyasi görüşte olan melek gibi bir adama ise lanet okuduğunu anlar ve "euzubillahi mineşşeytani vessiyseti" deyip siyasi hayattan çekilir.

4.12.12

Nasibinde Varsa

Nasibinde varsa alırsın karıncadan bile ders. Nasibinde yoksa bütün cihan önüne serilse sana ters - Mevlana

1.12.12

Oscar Wilde

  • İnsanların yüzde doksanı yaşamazlar, sadece vardırlar.
  • Yaşamak çok nadir rastlanan bir şeydir. Çoğu insan sadece var olur.
  • İnsan kaç hayat yaşarsa, o kadar ölümle ölür.   

20.11.12

Madem Her Yer Misafirhanedir...

Dünyada gençliğe muhabbet, yani ibadette gençlik kuvvetini sarf etmenin neticesi: dar-ı saadette edebi bir gençliktir.

Ey insan! Eğer yalnız Ona abd olsan, bütün mahlukat üstünde bir mevki kazanırsın. Eğer ubudiyetten istinkaf etsen, aciz mahlukata zelil bir abd olursun.

Madem her yer misafirhanedir. Eğer misafirhane sahibinin rahmeti yar ise, herkes yardır, her yer yarar. Eğer yar değilse, her yer kalbe bardır ve herkes düşmandır.

Her kim kendisini ALLAH’a malederse, bütün eşya onun lehinde olur. Ve kim ALLAH’a mal olmasa, bütün eşya onun aleyhinde olur. ALLAH’a mal olmak ise, bütün eşyayı terk ve her şeyin Ondan olduğunu ve Ona rücu edeceğini bilmekle olur.
   Bediuzzaman Said Nursi

13.11.12

İşlerin Bozulduğunun Alameti

Hz. Ebubekir (r.a.)
İman sadece Camilerde, mal cimrilerde, silah korkaklarda, yetki zayıflarda olursa işler bozulur. Hz. Ebubekir (r.a.)


12.11.12

Geride Bırakmak

Bir şey tamamiyle elde edilemediği takdirde, o şeyi tamamiyle terketmek câiz değildir.
              İşarat-ül icaz

7.11.12

Dua

www.pagesworm.blogspot.com
Hz. Ebubekir ( r.a.)
“Ey Allah’ım! Bu kulunun yaptığı sadece isyandır, Senin nimetlerini unutmaktır, yanılgı üstüne yanılgıdır. Senden beklediği ise, bol bol ihsandır, ikramdır.

Günahlarım kum taneleri kadar çok, sayılacak gibi değil. Sen affınla günahlarımı bağışla, güzel bir müsamaha göster. Amin”
            (Hz. Ebubekir r.a.)

31.10.12

Rızık, Mahrumiyet, Akıl

http://pagesworm.blogspot.com/
Hz. Ali (r.a.)
Rızık, zekasızların; mahrumiyet, akıllıların; bela ise sabrın payıdır.

Ayıbın en büyüğü, ona benzer bir ayıp sende de varken; başkasını ayıplamandır.

Kişinin kendini beğenmesi, aklının zayıf olduğuna delalet eder.

Seni ıslah etmeyen bilgi sapıklık, sana faydası olmayan mal vebaldir.

Dünyada halkın efendileri cömertler, ahirette ıse çekinenlerdir.
     Hz. Ali (r.a.)

30.10.12

Hz Ali

http://pagesworm.blogspot.com
Hz. Ali (r.a.)
* Dostlukta ileri gitme, olur ki o dost bir gün düşman kesilir; düşmanlıkta da haddi aşma, olur ki o düşman bir gün dost olur.

* Eğer birgün dünyaya ait derdin olursa, rabbine dönüp rabbim çok büyük derdim var deme. Derdine dönüp çok büyük rabbim var de.

* Fazîlet, en iyi maldır. Cömertlik, en güzel mücevherdir. Akıl, en güzel zînettir. İlim, en şerefli meziyettir.
    Hz. Ali (r.a.)

27.10.12

Chinese Leader

Billions in Hidden Riches for Family of Chinese Leader
www.pagesworm.blogspot.com
China's Prime Minister Wen Jiabao
The mother of China’s prime minister was a schoolteacher in northern China. His father was ordered to tend pigs in one of Mao’s political campaigns. And during childhood, “my family was extremely poor,” the prime minister, Wen Jiabao, said in a speech last year.
But now 90, the prime minister’s mother, Yang Zhiyun, not only left poverty behind, she became outright rich, at least on paper, according to corporate and regulatory records. Just one investment in her name, in a large Chinese financial services company, had a value of $120 million five years ago, the records show.
The details of how Ms. Yang, a widow, accumulated such wealth are not known, or even if she was aware of the holdings in her name. But it happened after her son was elevated to China’s ruling elite, first in 1998 as vice prime minister and then five years later as prime minister.
Many relatives of Wen Jiabao, including his son, daughter, younger brother and brother-in-law, have become extraordinarily wealthy during his leadership, an investigation by The New York Times shows. A review of corporate and regulatory records indicates that the prime minister’s relatives — some of whom, including his wife, have a knack for aggressive deal making — have controlled assets worth at least $2.7 billion.
In many cases, the names of the relatives have been hidden behind layers of partnerships and investment vehicles involving friends, work colleagues and business partners. Untangling their financial holdings provides an unusually detailed look at how politically connected people have profited from being at the intersection of government and business as state influence and private wealth converge in China’s fast-growing economy.
Unlike most new businesses in China, the family’s ventures sometimes received financial backing from state-owned companies, including China Mobile, one of the country’s biggest phone operators, the documents show. At other times, the ventures won support from some of Asia’s richest tycoons. The Times found that Mr. Wen’s relatives accumulated shares in banks, jewelers, tourist resorts, telecommunications companies and infrastructure projects, sometimes by using offshore entities.
The holdings include a villa development project in Beijing; a tire factory in northern China; a company that helped build some of Beijing’s Olympic stadiums, including the well-known “Bird’s Nest”; and Ping An Insurance, one of the world’s biggest financial services companies.
As prime minister in an economy that remains heavily state-driven, Mr. Wen, who is best known for his simple ways and common touch, more importantly has broad authority over the major industries where his relatives have made their fortunes. Chinese companies cannot list their shares on a stock exchange without approval from agencies overseen by Mr. Wen, for example. He also has the power to influence investments in strategic sectors like energy and telecommunications.
Because the Chinese government rarely makes its deliberations public, it is not known what role — if any — Mr. Wen, who is 70, has played in most policy or regulatory decisions. But in some cases, his relatives have sought to profit from opportunities made possible by those decisions.
The prime minister’s younger brother, for example, has a company that was awarded more than $30 million in government contracts and subsidies to handle wastewater treatment and medical waste disposal for some of China’s biggest cities, according to estimates based on government records. The contracts were announced after Mr. Wen ordered tougher regulations on medical waste disposal in 2003 after the SARS outbreak.
In 2004, after the State Council, a government body Mr. Wen presides over, exempted Ping An Insurance and other companies from rules that limited their scope, Ping An went on to raise $1.8 billion in an initial public offering of stock. Partnerships controlled by Mr. Wen’s relatives — along with their friends and colleagues — made a fortune by investing in the company before the public offering.
In 2007, the last year the stock holdings were disclosed in public documents, those partnerships held as much as $2.2 billion worth of Ping An stock, according to an accounting of the investments by The Times that was verified by outside auditors. Ping An’s overall market value is now nearly $60 billion.
Ping An said in a statement that the company did “not know the background of the entities behind our shareholders.” The statement said, “Ping An has no means to know the intentions behind shareholders when they buy and sell our shares.”
While Communist Party regulations call for top officials to disclose their wealth and that of their immediate family members, no law or regulation prohibits relatives of even the most senior officials from becoming deal-makers or major investors — a loophole that effectively allows them to trade on their family name. Some Chinese argue that permitting the families of Communist Party leaders to profit from the country’s long economic boom has been important to ensuring elite support for market-oriented reforms.
Even so, the business dealings of Mr. Wen’s relatives have sometimes been hidden in ways that suggest the relatives are eager to avoid public scrutiny, the records filed with Chinese regulatory authorities show. Their ownership stakes are often veiled by an intricate web of holdings as many as five steps removed from the operating companies, according to the review.
In the case of Mr. Wen’s mother, The Times calculated her stake in Ping An — valued at $120 million in 2007 — by examining public records and government-issued identity cards, and by following the ownership trail to three Chinese investment entities. The name recorded on his mother’s shares was Taihong, a holding company registered in Tianjin, the prime minister’s hometown.
The apparent efforts to conceal the wealth reflect the highly charged politics surrounding the country’s ruling elite, many of whom are also enormously wealthy but reluctant to draw attention to their riches. When Bloomberg News reported in June that the extended family of Vice President Xi Jinping, set to become China’s next president, had amassed hundreds of millions of dollars in assets, the Chinese government blocked access inside the country to the Bloomberg Web site.
“In the senior leadership, there’s no family that doesn’t have these problems,” said a former government colleague of Wen Jiabao who has known him for more than 20 years and who spoke on the condition of anonymity. “His enemies are intentionally trying to smear him by letting this leak out.”
The Times presented its findings to the Chinese government for comment. The Foreign Ministry declined to respond to questions about the investments, the prime minister or his relatives. Members of Mr. Wen’s family also declined to comment or did not respond to requests for comment.
Duan Weihong, a wealthy businesswoman whose company, Taihong, was the investment vehicle for the Ping An shares held by the prime minister’s mother and other relatives, said the investments were actually her own. Ms. Duan, who comes from the prime minister’s hometown and is a close friend of his wife, said ownership of the shares was listed in the names of Mr. Wen’s relatives in an effort to conceal the size of Ms. Duan’s own holdings.
“When I invested in Ping An I didn’t want to be written about,” Ms. Duan said, “so I had my relatives find some other people to hold these shares for me.”
But it was an “accident,” she said, that her company chose the relatives of the prime minister as the listed shareholders — a process that required registering their official ID numbers and obtaining their signatures. Until presented with the names of the investors by The Times, she said, she had no idea that they had selected the relatives of Wen Jiabao.
The review of the corporate and regulatory records, which covers 1992 to 2012, found no holdings in Mr. Wen’s name. And it was not possible to determine from the documents whether he recused himself from any decisions that might have affected his relatives’ holdings, or whether they received preferential treatment on investments.
For much of his tenure, Wen Jiabao has been at the center of rumors and conjecture about efforts by his relatives to profit from his position. Yet until the review by The Times, there has been no detailed accounting of the family’s riches.
His wife, Zhang Beili, is one of the country’s leading authorities on jewelry and gemstones and is an accomplished businesswoman in her own right. By managing state diamond companies that were later privatized, The Times found, she helped her relatives parlay their minority stakes into a billion-dollar portfolio of insurance, technology and real estate ventures.
The couple’s only son sold a technology company he started to the family of Hong Kong’s richest man, Li Ka-shing, for $10 million, and used another investment vehicle to establish New Horizon Capital, now one of China’s biggest private equity firms, with partners like the government of Singapore, according to records and interviews with bankers.
The prime minister’s younger brother, Wen Jiahong, controls $200 million in assets, including wastewater treatment plants and recycling businesses, the records show.
As prime minister, Mr. Wen has staked out a position as a populist and a reformer, someone whom the state-run media has nicknamed “the People’s Premier” and “Grandpa Wen” because of his frequent outings to meet ordinary people, especially in moments of crisis like natural disasters.
While it is unclear how much the prime minister knows about his family’s wealth, State Department documents released by the WikiLeaks organization in 2010 included a cable that suggested Mr. Wen was aware of his relatives’ business dealings and unhappy about them.
“Wen is disgusted with his family’s activities, but is either unable or unwilling to curtail them,” a Chinese-born executive working at an American company in Shanghai told American diplomats, according to the 2007 cable.
China’s ‘Diamond Queen’
It is no secret in China’s elite circles that the prime minister’s wife, Zhang Beili, is rich, and that she has helped control the nation’s jewelry and gem trade. But her lucrative diamond businesses became an off-the-charts success only as her husband moved into the country’s top leadership ranks, the review of corporate and regulatory records by The Times found.
A geologist with an expertise in gemstones, Ms. Zhang is largely unknown among ordinary Chinese. She rarely travels with the prime minister or appears with him, and there are few official photographs of the couple together. And while people who have worked with her say she has a taste for jade and fine diamonds, they say she usually dresses modestly, does not exude glamour and prefers to wield influence behind the scenes, much like the relatives of other senior leaders.
The State Department documents released by WikiLeaks included a suggestion that Mr. Wen had once considered divorcing Ms. Zhang because she had exploited their relationship in her diamond trades. Taiwanese television reported in 2007 that Ms. Zhang had bought a pair of jade earrings worth about $275,000 at a Beijing trade show, though the source — a Taiwanese trader — later backed off the claim and Chinese government censors moved swiftly to block coverage of the subject in China, according to news reports at the time.
“Her business activities are known to everyone in the leadership,” said one banker who worked with relatives of Wen Jiabao. The banker said it was not unusual for her office to call upon businesspeople. “And if you get that call, how can you say no?”
Zhang Beili first gained influence in the 1990s, while working as a regulator at the Ministry of Geology. At the time, China’s jewelry market was still in its infancy.
While her husband was serving in China’s main leadership compound, known as Zhongnanhai, Ms. Zhang was setting industry standards in the jewelry and gem trade. She helped create the National Gemstone Testing Center in Beijing, and the Shanghai Diamond Exchange, two of the industry’s most powerful institutions.
In a country where the state has long dominated the marketplace, jewelry regulators often decided which companies could set up diamond-processing factories, and which would gain entry to the retail jewelry market. State regulators even formulated rules that required diamond sellers to buy certificates of authenticity for any diamond sold in China, from the government-run testing center in Beijing, which Ms. Zhang managed.
As a result, when executives from Cartier or De Beers visited China with hopes of selling diamonds and jewelry here, they often went to visit Ms. Zhang, who became known as China’s “diamond queen.”
“She’s the most important person there,” said Gaetano Cavalieri, president of the World Jewelry Confederation in Switzerland. “She was bridging relations between partners — Chinese and foreign partners.”
As early as 1992, people who worked with Ms. Zhang said, she had begun to blur the line between government official and businesswoman. As head of the state-owned China Mineral and Gem Corporation, she began investing the state company’s money in start-ups. And by the time her husband was named vice premier, in 1998, she was busy setting up business ventures with friends and relatives.
The state company she ran invested in a group of affiliated diamond companies, according to public records. Many of them were run by Ms. Zhang’s relatives — or colleagues who had worked with her at the National Gemstone Testing Center.
In 1993, for instance, the state company Ms. Zhang ran helped found Beijing Diamond, a big jewelry retailer. A year later, one of her younger brothers, Zhang Jianming, and two of her government colleagues personally acquired 80 percent of the company, according to shareholder registers. Beijing Diamond invested in Shenzhen Diamond, which was controlled by her brother-in-law, Wen Jiahong, the prime minister’s younger brother.
Among the successful undertakings was Sino-Diamond, a venture financed by the state-owned China Mineral and Gem Corporation, which she headed. The company had business ties with a state-owned company managed by another brother, Zhang Jiankun, who worked as an official in Jiaxing, Ms. Zhang’s hometown, in Zhejiang Province.
In the summer of 1999, after securing agreements to import diamonds from Russia and South Africa, Sino-Diamond went public, raising $50 million on the Shanghai Stock Exchange. The offering netted Ms. Zhang’s family about $8 million, according to corporate filings.
Although she was never listed as a shareholder, former colleagues and business partners say Ms. Zhang’s early diamond partnerships were the nucleus of a larger portfolio of companies she would later help her family and colleagues gain a stake in.
The Times found no indication that Wen Jiabao used his political clout to influence the diamond companies his relatives invested in. But former business partners said that the family’s success in diamonds, and beyond, was often bolstered with financial backing from wealthy businessmen who sought to curry favor with the prime minister’s family.
“After Wen became prime minister, his wife sold off some of her diamond investments and moved into new things,” said a Chinese executive who did business with the family. He asked not to be named because of fear of government retaliation. Corporate records show that beginning in the late 1990s, a series of rich businessmen took turns buying up large stakes in the diamond companies, often from relatives of Mr. Wen, and then helped them reinvest in other lucrative ventures, like real estate and finance.
According to corporate records and interviews, the businessmen often supplied accountants and office space to investment partnerships partly controlled by the relatives.
“When they formed companies,” said one businessman who set up a company with members of the Wen family, “Ms. Zhang stayed in the background. That’s how it worked.”
The Only Son
Late one evening early this year, the prime minister’s only son, Wen Yunsong, was in the cigar lounge at Xiu, an upscale bar and lounge at the Park Hyatt in Beijing. He was having cocktails as Beijing’s nouveau riche gathered around, clutching designer bags and wearing expensive business suits, according to two guests who were present.
In China, the children of senior leaders are widely believed to be in a class of their own. Known as “princelings,” they often hold Ivy League degrees, get V.I.P. treatment, and are even offered preferred pricing on shares in hot stock offerings.
They are also known as people who can get things done in China’s heavily regulated marketplace, where the state controls access. And in recent years, few princelings have been as bold as the younger Mr. Wen, who goes by the English name Winston and is about 40 years old.
A Times review of Winston Wen’s investments, and interviews with people who have known him for years, show that his deal-making has been extensive and lucrative, even by the standards of his princeling peers.
State-run giants like China Mobile have formed start-ups with him. In recent years, Winston Wen has been in talks with Hollywood studios about a financing deal.
Concerned that China does not have an elite boarding school for Chinese students, he recently hired the headmasters of Choate and Hotchkiss in Connecticut to oversee the creation of a $150 million private school now being built in the Beijing suburbs.
Winston Wen and his wife, moreover, have stakes in the technology industry and an electric company, as well as an indirect stake in Union Mobile Pay, the government-backed online payment platform — all while living in the prime minister’s residence, in central Beijing, according to corporate records and people familiar with the family’s investments.
“He’s not shy about using his influence to get things done,” said one venture capitalist who regularly meets with Winston Wen.
The younger Mr. Wen declined to comment. But in a telephone interview, his wife, Yang Xiaomeng, said her husband had been unfairly criticized for his business dealings.
“Everything that has been written about him has been wrong,” she said. “He’s really not doing that much business anymore.”
Winston Wen was educated in Beijing and then earned an engineering degree from the Beijing Institute of Technology. He went abroad and earned a master’s degree in engineering materials from the University of Windsor, in Canada, and an M.B.A. from the Kellogg School of Business at Northwestern University in Evanston, Ill., just outside Chicago.
When he returned to China in 2000, he helped set up three successful technology companies in five years, according to people familiar with those deals. Two of them were sold to Hong Kong businessmen, one to the family of Li Ka-shing, one of the wealthiest men in Asia.
Winston Wen’s earliest venture, an Internet data services provider called Unihub Global, was founded in 2000 with $2 million in start-up capital, according to Hong Kong and Beijing corporate filings. Financing came from a tight-knit group of relatives and his mother’s former colleagues from government and the diamond trade, as well as an associate of Cheng Yu-tung, patriarch of Hong Kong’s second-wealthiest family. The firm’s earliest customers were state-owned brokerage houses and Ping An, in which the Wen family has held a large financial stake.
He made an even bolder move in 2005, by pushing into private equity when he formed New Horizon Capital with a group of Chinese-born classmates from Northwestern. The firm quickly raised $100 million from investors, including SBI Holdings, a division of the Japanese group SoftBank, and Temasek, the Singapore government investment fund.
Under Mr. Wen, New Horizon established itself as a leading private equity firm, investing in biotech, solar, wind and construction equipment makers. Since it began operations, the firm has returned about $430 million to investors, a fourfold profit, according to SBI Holdings.
“Their first fund was dynamite,” said Kathleen Ng, editor of Asia Private Equity Review, an industry publication in Hong Kong. “And that allowed them to raise a lot more money.”
Today, New Horizon has more than $2.5 billion under management.
Some of Winston Wen’s deal-making, though, has attracted unwanted attention for the prime minister.
In 2010, when New Horizon acquired a 9 percent stake in a company called Sihuan Pharmaceuticals just two months before its public offering, the Hong Kong Stock Exchange said the late-stage investment violated its rules and forced the firm to return the stake. Still, New Horizon made a $46.5 million profit on the sale.
Soon after, New Horizon announced that Winston Wen had handed over day-to-day operations and taken up a position at the China Satellite Communications Corporation, a state-owned company that has ties to the Chinese space program. He has since been named chairman.
The Tycoons
In the late 1990s, Duan Weihong was managing an office building and several other properties in Tianjin, the prime minister’s hometown in northern China, through her property company, Taihong. She was in her 20s and had studied at the Nanjing University of Science and Technology.
Around 2002, Ms. Duan went into business with several relatives of Wen Jiabao, transforming her property company into an investment vehicle of the same name. The company helped make Ms. Duan very wealthy.
It is not known whether Ms. Duan, now 43, is related to the prime minister. In a series of interviews, she first said she did not know any members of the Wen family, but later described herself as a friend of the family and particularly close to Zhang Beili, the prime minister’s wife. As happened to a handful of other Chinese entrepreneurs, Ms. Duan’s fortunes soared as she teamed up with the relatives and their network of friends and colleagues, though she described her relationship with them involving the shares in Ping An as existing on paper only and having no financial component.
Ms. Duan and other wealthy businesspeople — among them, six billionaires from across China — have been instrumental in getting multimillion-dollar ventures off the ground and, at crucial times, helping members of the Wen family set up investment vehicles to profit from them, according to investment bankers who have worked with all parties.
Established in Tianjin, Taihong had spectacular returns. In 2002, the company paid about $65 million to acquire a 3 percent stake in Ping An before its initial public offering, according to corporate records and Ms. Duan’s graduate school thesis. Five years later, those shares were worth $3.7 billion
The company’s Hong Kong affiliate, Great Ocean, also run by Ms. Duan, later formed a joint venture with the Beijing government and acquired a huge tract of land adjacent to Capital International Airport. Today, the site is home to a sprawling cargo and logistics center. Last year, Great Ocean sold its 53 percent stake in the project to a Singapore company for nearly $400 million.
That deal and several other investments, in luxury hotels, Beijing villa developments and the Hong Kong-listed BBMG, one of China’s largest building materials companies, have been instrumental to Ms. Duan’s accumulation of riches, according to The Times’s review of corporate records.
The review also showed that over the past decade there have been nearly three dozen individual shareholders of Taihong, many of whom are either relatives of Wen Jiabao or former colleagues of his wife.
The other wealthy entrepreneurs who have worked with the prime minister’s relatives declined to comment for this article. Ms. Duan strongly denied having financial ties to the prime minister or his relatives and said she was only trying to avoid publicity by listing others as owning Ping An shares. “The money I invested in Ping An was completely my own,” said Ms. Duan, who has served as a member of the Ping An board of supervisors. “Everything I did was legal.”
Another wealthy partner of the Wen relatives has been Cheng Yu-tung, who controls the Hong Kong conglomerate New World Development and is one of the richest men in Asia, worth about $15 billion, according to Forbes.
In the 1990s, New World was seeking a foothold in mainland China for a sister company that specializes in high-end retail jewelry. The retail chain, Chow Tai Fook, opened its first store in China in 1998.
Mr. Cheng and his associates invested in a diamond venture backed by the relatives of Mr. Wen and co-invested with them in an array of corporate entities, including Sino-Life, National Trust and Ping An, according to records and interviews with some of those involved. Those investments by Mr. Cheng are now worth at least $5 billion, according to the corporate filings. Chow Tai Fook, the jewelry chain, has also flourished. Today, China accounts for 60 percent of the chain’s $4.2 billion in annual revenue.
Mr. Cheng, 87, could not be reached for comment. Calls to New World Development were not returned.
Fallout for Premier
In the winter of 2007, just before he began his second term as prime minister, Wen Jiabao called for new measures to fight corruption, particularly among high-ranking officials.
“Leaders at all levels of government should take the lead in the antigraft drive,” he told a gathering of high-level party members in Beijing. “They should strictly ensure that their family members, friends and close subordinates do not abuse government influence.”
The speech was consistent with the prime minister’s earlier drive to toughen disclosure rules for public servants, and to require senior officials to reveal their family assets.
Whether Mr. Wen has made such disclosures for his own family is unclear, since the Communist Party does not release such information. Even so, many of the holdings found by The Times would not need to be disclosed under the rules since they are not held in the name of the prime minister’s immediate family — his wife, son and daughter.
Eighty percent of the $2.7 billion in assets identified in The Times’s investigation and verified by the outside auditors were held by, among others, the prime minister’s mother, his younger brother, two brothers-in-law, a sister-in-law, daughter-in-law and the parents of his son’s wife, none of whom is subject to party disclosure rules. The total value of the relatives’ stake in Ping An is based on calculations by The Times that were confirmed by the auditors. The total includes shares held by the relatives that were sold between 2004 and 2006, and the value of the remaining shares in late 2007, the last time the holdings were publicly disclosed.
Legal experts said that determining the precise value of holdings in China could be difficult because there might be undisclosed side agreements about the true beneficiaries.
“Complex corporate structures are not necessarily insidious,” said Curtis J. Milhaupt, a Columbia University Law School professor who has studied China’s corporate group structures. “But in a system like China’s, where corporate ownership and political power are closely intertwined, shell companies magnify questions about who owns what and where the money came from.”
Among the investors in the Wen family ventures are longtime business associates, former colleagues and college classmates, including Yu Jianming, who attended Northwestern with Winston Wen, and Zhang Yuhong, a longtime colleague of Wen Jiahong, the prime minister’s younger brother. The associates did not return telephone calls seeking comment.
Revelations about the Wen family’s wealth could weaken him politically.
Next month, at the 18th Party Congress in Beijing, the Communist Party is expected to announce a new generation of leaders. But the selection process has already been marred by one of the worst political scandals in decades, the downfall of Bo Xilai, the Chongqing party boss, who was vying for a top position.
In Beijing, Wen Jiabao is expected to step down as prime minister in March at the end of his second term. Political analysts say that even after leaving office he could remain a strong backstage political force. But documents showing that his relatives amassed a fortune during his tenure could diminish his standing, the analysts said.
“This will affect whatever residual power Wen has,” said Minxin Pei, an expert on Chinese leadership and a professor of government at Claremont McKenna College in California.
The prime minister’s supporters say he has not personally benefited from his extended family’s business dealings, and may not even be knowledgeable about the extent of them.
Last March, the prime minister hinted that he was at least aware of the persistent rumors about his relatives. During a nationally televised news conference in Beijing, he insisted that he had “never pursued personal gain” in public office.
“I have the courage to face the people and to face history,” he said in an emotional session. “There are people who will appreciate what I have done, but there are also people who will criticize me. Ultimately, history will have the final say.”

26.10.12

Gabriel García Márquez

http://pagesworm.blogspot.com
Kaybedecek bir şeyi olmayanlardan korkmalısın. Çünkü onlar, kazanmak için herşeyi yaparlar.
Bir insanın en büyük hatası; gereğinden fazla değer vermek değil, kendine hak ettiğinden daha az değer vermektir.
Bir sona geldiğin için ağlama, onu yaşadığın için gülümse.
Önemli olan, hayatta başına ne geldiği değil, neyi nasıl hatırladığındır.
Birlikte gülüyorsanız mutluluktur, Birlikte ağlıyorsanız dostluktur; ama birlikte susuyorsanız bu aşktır...
İnsanı sadece sözler ele vermez, Gözler de içinde birşeyler gizler. Hatta sözler ne kadar inkar etsede; gözler herşeyi söyler.
Eğer biraz aklın varsa; mutluluk için istediği şartları bulamayınca, bulduğun şartlarda mutlu olmayı bilmelisin.
Birini özlemenin en kötü yolu, yan yana oturduğun halde onu hiçbir zaman elde edemeyeceğini bilmendir.
Aslında kötü insan yoktur hayatın hiçbir evresinde, her insan huzur verir; kimi geldiğinde, kimi gittiğinde.
Birisine yabancılaşmanın en kötü biçimi yanında oturuyor olup ona hiçbir zaman ulaşamayacağını bilmektir.
Hiçbir zaman gülümsemekten vazgeçme, üzgün olduğunda bile. kimin, ne zaman aşık olacağını bilemezsin.
Eğer ona bir şans daha veriyorsan, kendini birdaha kandırmayı göze alıyorsun demektir.
Kimi ne kadar düşünürsen düşün; "Düşüncelerin en derini, başına yastığa koyduğun an başlar.
                        Gabriel García Márquez

24.10.12

Nerdesin Şevketlim

SULTAN ABDÜLHAMİD HAN'IN RUHANİYETİNDEN İSTİMDAT

Nerdesin şevketlim, sultan hamid han?
Feryâdım varır mı bârigâhına?
Ölüm uykusundan bir lâhza uyan,
Şu nankör milletin bak günâhına.

Tahkire yeltenen tac-ü tahtını,
Denedi bu millet kara bahtını;
Sınad-ı sillenin nerm ve sahtını,
Rahmet et sultanım suz-i âhına.

Târihler ismini andığı zaman,
Sana hak verecek, ey koca sultan;
Bizdik utanmadan iftira atan,
Asrın en siyâsî padişâhına.

"Pâdişah hem zâlim, hem deli' dedik,
İhtilâle kıyam etmeli dedik;
Şeytan ne dediyse, biz 'belî' dedik;
Çalıştık fitnenin intibahına.

Dîvâne sen değil, meğer bizmişiz,
Bir çürük ipliğe hülyâ dizmişiz.
Sade deli değil, edepsizmişiz.
Tükürdük atalar kıblegâhına.

Sonra cinsi bozuk, ahlâkı fena,
Bir sürü türedi, girdi meydana.
Nerden çıktı bunca veled-i zinâ?
Yuh olsun bunların ham ervâhına!

Bunlar halkı didik didik ettiler,
Katliâma kadar sürüp gittiler.
Saçak öpmeyenler, secde ettiler.
Bir asi zabitin pis külâhına.

Bugün varsa yoksa ..............,
Şöhretinde herkes fuzuli dellal;
Âlem-i mânâ'dan bak da ibret al,
Uğursuz taliin şu gümrâhına.

Haddi yok, açlıkla derde girenin,
Sehpâ-yı kazâya boyun verenin.
Lânetle anılan cebâbirenin
Bu, rahmet okuttu en küstâhına.

Çok kişiye şimdi vatan mezardır,
Herkesin belâdan nasîbi vardır,
Selâmetle eren pek bahtiyardır,
Bu şeb-i yeldânın şen sabahına.

Milliyet dâvâsı fıska büründü,
Ridâ-yı diyânet yerde süründü,
Türkün ruhu zorla âsi göründü,
Hem peygamberine, hem Allâh'ına.

Sen hafiyelerle dem sürdün ancak,
Bunlar her tarafa kurdu salıncak;
Eli,yüzü kanlı bir sürü alçak,
Kemend attı dehrin mihr-u mahına.

Bu itler nedense bana salmadı,
Bahalıydı başım kimse almadı,
Seyrandan başkaca iş de kalmadı;
Gurbet ellerinin bu seyyahına.

Hoş oldu cilvesi Cumhuriyetin,
Tadı kalmamıştı Meşrutiyetin,
Deccal'a dil çalan böyle milletin,
Bundan başka çare yok ıslahına.

Lâkin sen sultânım gavs-ı ekbersin
Âhiretten bile himmet eylersin,
Çok çekti şu millet murada ersin
Şefâat kıl şâhım mededhâhına.

Rıza Tevfik BÖLÜKBAŞI

Savaş!

www.pagesworm.blogspot.com
Sultan İkinci Abdülhamid Han
Savaş yalnız sınırlarda olmaz. Savaş bir milletin topyekün ateşe girmesidir. Eğer bu bütünlük sağlanmamışsa zafer tesadüfi, yenilgi kaderdir.

23.10.12

Erdemler ve Kusurlar

www.pagesworm.blogspot.comErdemlerimiz ve kusurlarımız birbirinden ayrılamaz, güç ve madde gibi. Onlar ayrıldığında insan bir hiçtir.
   Nikola Tesla

22.10.12

İnsanın Değeri

www.pagesworm.blogspot.com
Lev Tolstoy
Bir insanı bulunduğu mevkiyle değil, göz koyduğu mevkiyle ölçmek gerekir.
Bir insanın değeri bayağı kesire benzer: Pay gerçek değerini gösterir, payda kendisini ne zannettiğini. Paydanın değeri arttıkça kesrin değeri azalır.
Bütün mutlu aileler birbirlerine benzerler, her mutsuz ailenin ise kendine özgü bir mutsuzluğu vardır.
   Lev Tolstoy

21.10.12

Roger Garaudy

Roger Garaudy(17 Temmuz 1913, Marsilya - ö. 13 Haziran 2012, Paris)

www.pagesworm.blogspot.com
İslamın çağrısını Kapitalizmin beşiğinde duyup, davete icabet eden, İslam'ın çağrısının müdafii ve Emperyalizme karşı onurlu bir duruş ve direnişin sahibi Roger Garaudy, dostuna teslimiyetini bir kez daha ilan etti. Sözünü söyledi ve gitti. Sözün namusuna sahip çıkanlara selam olsun...
 1913 tarihinde Marsilya’da doğdu. İlk orta ve yüksek tahsilden sonra felsefe agrejesi (öğretim görevlisi) oldu. Marksist fikirlerin etkisinde kalarak ateşli savunuculuğunu yaptı. Gizli örgüt kurmak suçundan 1940’ta tutuklanarak gönderildiği kampta ayaklanmaya elebaşılık yaptığı için kurşuna dizilmek istendi.
 Ancak komutanın “Ateş!” emrine uymayan Cezayirli askerler sayesinde hayatı kurtuldu. Askerlere; “Niçin ateş etmediniz?” sorusuna bir çavuş; “Bir Müslüman savaşçı için, silahsız birine ateş etmek şerefsizliktir!” cevâbını vermesi Garaudy’in İslâm kültürüne yönelmesine sebeb oldu. Fakat komünist fikirleri savunmaya devam etti. 1945’te Fransız Komünist Parti Merkez Komite üyeliğine getirildi. Her iki Kurucu Mecliste de (1945-1951) Tarn Milletvekili olarak vazife yaptı.
 1953’te Maddeci Bilgi Teorisi (Théorie Matérialiste de la Connaissance) adlı doktora tezini verdi. Fransız Komünist Partisi siyâsî büro üyesi seçildi. Seine bölgesini Mecliste (1956-1958), sonra Senatoda (1959-1962) temsil etti. Clermont-Ferrand ve Poitiers Üniversitelerinde öğretim üyeliği yaptı. Fransa’da komünist sistemin ateşli savunucusuydu. Üniversiteden siyâset kürsülerine kadar Fransızlara ve batı dünyâsına Marksizm’i anlattı. İnsanların kurtuluşunun yalnız bu sistemle olacağını savundu. Fransız komünistlerinin en büyük rûh mîmârı sayıldı. Nerede komünistlerin düzenlediği bir miting, konferans ve seminer varsa oraya koştu. Katoliklik ve Hıristiyanlığa karşı kalemiyle ve hitâbetiyle büyük mücâdele verdi.
 Daha sonra Marksçı inceleme ve araştırma müdürü olarak vazife aldı. Bu vazifesi sırasında Hıristiyanlarla diyaloğu başlattı ve bu konuda çeşitli kitaplar yazdı. Aforozdan Diyaloğa (1965), Yirminci Yüzyıl Marksçılığı (1966) adlı eserleri bunlardandır. Roger Garaudy, 1968 Çekoslovakya olaylarından sonra Fransız Komünist Partisi idârecilerini Varşova Paktı birliklerinin Çekoslovakya’ya müdâhalesini onaylamamalarına rağmen gerçekte SSCB’yi desteklemekle ve Stalinci metodlara başvurmakla suçladı. Şubat 1970’te FKP siyâsî bürosundan ve Mayıs 1970’te de parti üyeliğinden atıldı. O târihten başlayarak düşüncelerini Marksçılıkla Hıristiyanlığın orta noktasında birleştirmeye çalıştı.
 Bu dönemde; Ertelenen Özgürlük (Liberdé en Sursis), Marksçılar ve Hıristiyanlar Karşı Karşıya (Marxistes et Chrétienes Kace á Kace), Sosyalizmin Büyük Dönemeci (Le Grand Tournant du Socialisme), İşte Gerçekler (Toute la Vérité), Erkek Sözü(Parole d’homme), Umut Projesi (Projet Espérance), Yaşayanlara Çağrı (Appel aux Vivants) ve Kadının Yükselişi İçin (Pour l’avénement de la Femme) adlı eserleri kaleme aldı. Hıristiyanlıkla sosyalizmin ortak noktalarını araştırıp yazmaya çalışması sebebiyle geniş kitlelerin ilgisini çekti. Tertiplenen çeşitli konferanslara, panellere ve ilmî toplantılara katılan Roger Garaudy’in ruhundaki fırtınalar dinmedi.
 Seneler önce tutuklu bulunduğu sırada, kurşuna dizileceği esnâda Cezâyirli Müslüman askerin; “Bir Müslüman savaşçı için, silahsız birine ateş etmek şerefsizliktir!” diyerek komutanın “Ateş!” emrine uymaması Roger Garaudy’i İslâmiyetle ilgili araştırmaya sevk etti. Senelerce yaptığı araştırma, inceleme ve karşılaştırmadan sonra 8 Nisan 1983 günü Libya’nın Bingâzi Karyünes Üniversitesinin konferans salonunda İslâmiyeti kabul ettiğini açıkladı. Hıristiyan ve komünist dünyâsında şok tesirine sebeb olan Roger Garaudy’in Müslüman oluşu haberi Batının sanat, edebiyat ve siyâset çevrelerinde bomba gibi patladı. Haber ajanslarının telekslerinde dünyâya ulaşan bu haberle Kremlin müthiş sarsıldı. Çünkü Garaudy uzun zaman Fransa’daki komünistlerin en büyük akıl hocası olarak tanınan bir bilim adamıydı.
 Roger Garaudy İslâm dînini seçmekle şereflendiğini şu sözleriyle dünyâya îlân etti: “İslâm, çağları arkasından sürükleyen bir dindir. Diğer dinler ise, çağların arkasında sürüklendi. Yâni, İslâm dışındaki bütün dinler zamana uyduruldu. Reforma tâbi tutuldu. Mukaddes kitaplar zamana göre tahrif edildi, değiştirildi. Kur’ân-ı kerîm ise indirildiği günden beri her zamana hükmetti. O, zamanı değil, zaman onu izledi. Zaman yaşlandıkça o gençleşti. Bu, çağlar üstü bir olaydır. Bugüne kadar bunca savaşların bıraktığı korkunç, sosyal, siyâsî ve ekonomik sarsıntılardan daha büyük bir olaydır. İslâm materyalizme de pozitivistlerin görüşüne de ekzistansiyalistlere de hâkimdir. Fakat bunlardan hiçbiri, İslâma hâkim değildir.
 İslâmın büyük Peygamberi; «Yarın ölecekmiş gibi âhirete, hiç ölmeyecekmiş gibi, dünyâya çalışın!» derken, her şeyi anlatmıştır. İslâm hem maddeye, hem de mânâya hükmetmiştir. Öyle ise, bunların ikisi birbirinden koparılamaz. Nasıl koparılabilir ki, İslâm: «İlim Çin’de de olsa gidip bulunuz.» «İlim ve fen müminin kaybolmuş malıdır, ara ve bul.» diyor. İlmin ve çalışmanın burada sınırı yoktur. İslâm, dünyâyı sarsan bu iki olaya sınır koymadığına göre, dünyâyı sarsmıştır. İslâm dînine göre, insan hayâtının anlamı yüce Allah’a îmândır. İslâm toplumu, îmân esasları üzerine kuruludur. Komünizm ve kapitalizmin insanlara huzur vermediğini bizzat yaşayarak öğrendim. Bir arayış sonrası İslâmiyetle şereflendim ve şimdi çok mutluyum.
 İslâmiyetin kendinden önceki vahiyleri ve peygamberleri kabul eden cihanşumûllüğünü gördüm. Müslüman olmaya karar verdim. Medîne’de hazret-i Muhammed’in meydana getirdiği toplum, ne kan üzerine kuruldu ne de tarım toplumlarında olduğu gibi toprağa dayalı veya Yunan sitelerindeki gibi pazara dayalı toplum kesimine kuruldu. Sâdece bir îmân sevgi toplumu meydana getirdi ve netice îtibâriyle herkese açık bir toplum meydana getirdi. Allahü teâlâyı her şeyden üstün kabul etmezsek, insanı bu şekilde, yâni kul olarak değerlendiremezsek bir yere varamayız. İşin esas püf noktası da burada. Hayâtın anlamı da, çok şükür benim de kavuştuğum îmânlı olmaktır. Bize bugün yeni dünyâ düzeni adı altında empoze edilmek istenen fikir, sömürgeciliğin meydana getirdiği şiddet, haksızlık ve adâletsizlikler düzeninin devamıdır.
 Hani İnsan Hakları Beyannâmesi, hani eşitlik, hani adâlet? Batının ortaya koyduğu demokrasi, mal, mülk sâhipleri için vardır. Zenginler için vardır. Siyahlara karşı beyazların, kölelere karşı efendilerin demokrasisi vardır. İslâm insanı, mahlûkların efdâli ve en şereflisi olarak bildirirken, onun sömürülemeyeceğini anlatmıştır. İsrâfı, gösterişi ve lüksü yasaklayan; kazancı alın terindeki damlacıklarda arayan; biriken sermâyeyi fakire ölçülü ve ahlâk hükümleri içinde aktaran; fâizi, tembelliğe sebeb olduğu için yasaklayan ve gayrimeşrû serveti böylece imhâ eden bir sistemler manzûmesidir.
 İslâm, halîfe ile kölenin aynı hakka sâhib olmasını mecbur kılmıştır. Deve olayı vardır ki, bu kralların kılıçlarından daha keskin bir hâdisedir: Hazret-i Ömer ile kölesi bir şehirden bir şehre giderken deveye sıra ile binerler. Zaman zaman, devenin yularını halîfe çeker, zaman zaman da köle... İşte adâlet ve hukukta İslâmın devrimidir bu. Marksizm ile kapitalizmin ikisi de, insanı sömüren sistemlerdir. İslâm bunlara karşı, insana prestijini iâde eden bir semâvî dindir.”

Çöl Arslanı Ömer Muhtar

www.pagesworm.blogspot.com
Ömer Muhtar (1862 - 1931)
Libya’daki direnişin öncüsü ve sembolü Ömer Muhtar, 1862 yılında Libya’nın Defne bölgesinin Batnan kasabasında doğdu. Annesinin ismi Aişe binti Muharib’tir. Ömer Muhtar ilk öğrenimini babası Muhtar’dan aldı. Babası 1878 yılında Hac vazifesini yerine getirirken vefat edince onun ve kardeşi Muhammed’in yetiştirilmesini babasının yakın arkadaşı Seyyid El Giryani üstlendi. Giryani, Ömer Muhtar’ı ve kardeşini Cağbub’taki İslâmi Bilimler Akademisi’ne yazdırdı ve Ömer Muhtar burada sekiz yıl köklü bir din eğitimi aldı. Öğrenim görürken bir yandan da kendisini sanat dallarında yetiştirdi ve marangozluk, ziraatçılık, demircilik ve duvar ustalığı gibi el becerilerini elde etti.

Muhtar’ın liderlik vasfı ve saygın kişiliği kendisine önemli görevler verilmesini sağladı. Cağbub Üniversitesi’nin temsilcisi olarak Sudan ve Mısır’a gönderildi. Çeşitli heyetlere başkanlık da yapan Ömer Muhtar, kabilelerin arasında çıkan anlaşmazlıklarda arabulucu olarak görev aldı. Çağbub Üniversitesi’ndeki eğitimini tamamladıktan sonra Kasur zaviyesinin başına getirildi. Daha sonra güneydeki Ayn Kalak zaviyesi şeyhliğine atandı. Gayretleri ile bu bölgeye Fransız işgal güçlerinin girmesini engelledi. Daha sonra tekrar Kasur zaviyesi imamlığına getirildi ve bu görevini İtalya’nın Libya’ya saldırdığı 1911 yılına kadar sürdürdü.

SENUSİ HAREKETİ
Ömer Muhtar birçok Kuzey Afrikalı Müslüman gibi Senusi tarikatına mensuptu. 19.yy’da Kuzey Afrika’da teşekkül eden bu tasavvuf ekolu kısa zamanda çok hızlı bir inkişaf göstermiş, içinde barındırdığı dinamizm ile Sömürgeci güçlere karşı Afrika Müslümanların soluğunu daima diri ve taze tutmuştur.

Bir tasavvuf ekolünden ziyade bir ıslahat hareketi olarak görülebilecek Senusi hareketi, tarikat ve tasavvufu asli güzelliğine döndürmeyi, onu bir miskinler ocağı olmaktan çıkarıp, hayatın her yönünü kucaklayan bir hizmet kurumuna dönüştürmeyi hedef almıştı. Merhum allame Üstad Ebul hasen en Nedvi “Hakiki tasavvuf” adlı eserinde Senusiliğin tasavvufla cihadı, mücahedeyle mücadeleyi birleştirmenin en parlak örneği olduğunu dile getirmekdir. İslâmi diriliş hareketleri adlı eserinde Mustafa İslamoğlu'nun tespiti de aynı istikamettedir: "Mücadele ve mücahede alanlarının hepsinde birden seferberlik ilan edip iki kanatla birlikte uçabilme iftiharı son iki yüzyıllık İslami diriliş tarihinde sadece Senusilere aittir.”

İTALYA’NIN LİBYA’YA SALDIRMASI
Batılı devletlerinin sömürge kurma yarışında çok geç kalan İtalya uzun zamandır Libya topraklarına göz dikmiş, fakat Abdülhamit'in dirayetli idaresi sayesinde buna fırsat bulamamıştı. İtalyanlar, Abdülhamid’in tahttan düşürülmesinden sonra bu fırsatı bulabilmişti. Mısır’ın İngiliz işgalinde olması, Osmanlı devletinin deniz gücünün neredeyse olmaması vs. gibi sebeblerden dolayı, İtalyanlar, 27 Eylül 1911’de Osmanlı hükümetine verdikleri ültimatomla Trablusgarb’a çıkartma yaptılar. İtalya askeri yetkililerinin hesabı işgalin 15 günde tamamlanacağı yönündeydi. Fakat bir avuç Osmanlı kuvveti ile dayanışma içindeki Libya halkı büyük bir direniş sergiledi. İtalyan askerleri kıyıdaki sahil kentlerinin çevresinde sıkışıp kaldı. Savaş çıkmaza girdi.

Balkan harbinin başlaması ile İtalya ile uzlaşma yoluna giden Osmanlı devleti’nin zaten az sayıda olan kuvvetlerinin çekilmesi ile Libya halkı İtalyan güçleri ile başbaşa kaldı. Bu sırada umum Senusi mücahidinin başı Seyyid Ahmed eş Şerif es Senusi idi. Senusi hareketi ilgili bir çalışma hazırlayan Kadir Özköse bey, Seyyid Ahmed için şunları söylemektedir: “Kuzey Afrika’nın sömürgeci yöneticilerine, hiçbir isim, onun ki kadar uykusuz geceler geçirtmedi. Hatta 19. yüzyılda Cezayirli kahraman Emir Abdülkadir’in veya Fransız yönetiminin başına büyük belalar açan Faslı Abdülkerim’in ismi bile.”

İtalyan güçlerini kıyıya sıkıştıran mücahidler, son darbe için hazırlık yapıyorlardı. Kendisine yapılan barış tekliflerini elinin tersi ile iten Seyyid Ahmed şöyle haykırıyordu: “Gençleri ihtiyarlatacak kadar şiddetli ve uzun sürecek bir savaş istiyoruz; günden güne şiddet ve ciddiyet kazanmakta olan bu savaş yalnız yöresiyle sınırlı kalmayacaktır. Etrafımda “La ilahe illallah Muhammed’un Resulullah” hükmünü kabul eden bulundukça, ruhum bedeninde kaldıkça, hatta Trablus’un dışında bile cihadı sürdürmemiz mümkün olcaktır. Şimdiki gibi binlerce,milyonlarca sadık mücahid bulunduğu zaman değil, belki yanımda bir gülle, bir fişek kaldığı zaman bile barışa gelemem.”

Tam bu sırada Senusi hareketinin ve de Libya halkının kaderini etkileyecek bir olay gerçekleşti ve I. Dünya Savaşı patlak verdi. Seyyid Ahmed, bu savaşa girme taraftarı değildi. Zira Libya’nın tek yardım kapısı olan Mısır’da hareketlerine göz yuman İngilizlere hücum etmek intiharla eş anlamlıydı. Osmanlı devlet erkanının planı ise, Mısır üzerine yapılacak kanal harekatında, Senusi güçlerinin Libya tarafından vurmasıyla İngilizleri Mısır’da boğmaktı. Senusi kamplarına gelen Osmanlı subayları, Seyyid Ahmed’i iknada çok zorlandılar. Almanya’nın gücünü, Mısır’ın Osmanlı idaresine geçmesi ile mücahidlerin Libya’da rahat bir nefes alacağını izah etmeye çalıştılar. Fransız ve İtalyanlar’la birlikte bir üçüncü cephe açmak istemeyen şeyh, sonunda gittikçe artan ısrarlar karşısında kerhen de olsa, Senusi mücahidlerine İngiliz hududuna saldırı emrini verdi.

İngiliz güçlerinin şaşkınlığı sebebiyle hızlı bir ilerleme gösteren Senusi kuvvetleri, İngilizlerin karşı hücuma geçmesi ile ağır kayıplara uğrayıp, Trablus’un iç kesimlerine çekilmek zorunda kaldılar. Öte yandan, Süveyş kanalı civarında Cemal paşa emrindeki Osmanlı birliklerinin başarısız harekatları bütün planları suya düşürdü. Ve bu anlamsız hücum Senusilerin Mısır erzak yolunu tehlikeye düşürmekten başka hiçbir işe yaramadı. Senusi şeyhi, bu ağır yenilgiden sonra bir kere daha Osmanlı devlet adamlarının iknasına boyun eğdi ve halifenin çağrısı üzerine mücadeleyi yarıda bırakarak bir denizaltı ile payitahta geldi ve 1933’te vefatına kadar bir daha Libya’yı göremedi. İstanbul’da büyük şâşâ ile karşılanan, yoğun ilgiye mazhar olan bu büyük mücahidi daha sonra Kuva-i milliyeye destek için Anadolu’yu karış karış gezerken görüyoruz. (Seyyid Ahmed’in hayatı için bkz.Muhammed Senusi-Kadir Özköse-İnsan yayınları-İstanbul-2000)

Seyyid Ahmed’in ayrılması ile yerine Seyyid Muhammed İdris geçti. Bu sıralar İtalya büyük çalkantılar içindeydi. 1922’den itibaren Benito Mussolini liderliğinde Faşistlerin İtalya’da egemenliği ele geçirmesi, Libya üzerindeki kara bulutların daha da artmasına sebeb oldu. İtalya’yı Roma imparatorluğu devrindeki azametine döndürme hülyaları kuran İtalyan “Duçe”si, Trablusgarb’taki direnişin ezilmesini, Senusi mukavemetinin kırılmasını birinci öncelikli iş olarak görüyordu. Evvel emirde İdris Senusi ile yaptıkları tüm anlaşmaları fesheden İtalyanlar, 1923 yılında ikinci işgallerine başladılar.

Merhum Muhammed Esed’in ifadesiyle “eline kılıçtan çok kalemin yakıştığı” Emir İdris ise beklenen İtalyan saldırısı öncesi Libya’yı terk ederek Mısır’a yerleşti. Yerine kardeşi Muhammed Rıza ile amcazadesi seyyid Seyfeddin’i vekil bıraktı. Fakat onlar da, kendisi gibi cihadın yükünü ve liderliğini yapabilecek şahsiyetler değillerdi. Ani İtalyan baskını ile bir an afallayan mücahidler, kısa bir süre içinde bir büyük liderin etrafında toparlandılar. Daha önceki muharebelerde askeri dehası ile Osmanlı subaylarının dahi dikkatini çeken ve bir Senusi liderinin “Onun gibi on insan olsaydı, bize yeterdi” dediği bu kahraman Ömer Muhtardı.

ÖMER MUHTAR’IN HAREKETİN LİDERLİĞİNİ ÜSTLENMESİ
Ömer Muhtar direnişin liderliğini üstlendikten sonra, emrindeki kabileleri 100-300 silahlı atlı ya da yaya olarak küçük grublar halinde organize etti. Bu güçler birer vurucu tim şeklinde idi. Çok hızlı ve seri hareket kabiliyetleri ile İtalyan askeri kollarına, nakliyelerine, karakollara baskınlar yapıyor ve bir anda ortadan kayboluyorlardı. Ömer Muhtar, emrindeki güçler ile İtalyan kuvvetleri arasında, 1923’ten 1932’ye kadar her yıl en az elliden fazla muharebe, ikiyüzden fazla küçük ölçekli çatışma cereyan ediyordu.

İtalyanların savaştığı sadece organize edilmiş bir kısım Senusi birlikleri değildi. Topyekün Libya halkına karşı savaşıyorlardı. Tam bir abluka ve çember içindeki halk bir ölüm-kalım savaşı vermekteydi. Ömer Muhtar, hereketin merkezi olarak karargahını Calu vahasının Cebel-i Ahdar (Yeşil dağ) bölgesine kurdu. Her başarılı lider gibi Ömer Muhtar da istihbarata çok önem vermekteydi. Korkuyu kaçışı akıllarından silmiş bulunan Senusi kuvvetleri, İtalyan garnizonları arasında mekik dokumaya başladılar. Hatta bedevi çoban kılığına girerek İtalyan birliklerinin arasında dolaşmakta ve onların hareket stratejilerini daima kontrol etmekteydiler. Senusilerin giriştikleri çarpışmalar belirsiz ama yaygın bir hal arz etmekte, saldırılar akıl almaz bir halde sürmekteydi.

İtalya’nın Sireneyka valisi Teruzzi, İtalyan birliklerinin içine düştüğü çıkmazı şöyle anlatmaktaydı: “İtalyanların, Senusiler karşısındaki askeri üstünlükleri beş para etmemekteydi. Çünkü savaştığımız güçler düzenli bir ordu değildi. Karşı güçler bir insicam içerisinde hareket etmekteydi. Güçler aynı pozisyonda olsa, ayaklanmaların bastırılması sözkonusu olabilirdi. İtalyan birliklerin çoğu hep savunma durumunda kaldı. Senusilerin direnişi karşısında 5000-10.000 kişilik ordularımız başarılı olamamaktaydı. Çünki mücahidler hiçbir kayıt ve engel tanımamaktaydılar. Zaten kaybedecekleri neleri kalmıştı ki?...Onlar için, esaret ölümden daha beterdi. Yaşadıklari topraklarda boyunduruk altında bulunmayi zulüm saymaktaydılar. Bugün bir yerde ortaya çıksalar, yarın 50 km ötede, ertesi gün 100 km ötede gün yüzüne çıkarlardı. Bir ay ortadan kaybolur, bir süre sonra masum bedevi kılığına girdikleri olurdu. Ya da ormanlıklara dalarak izlerini kaybettirirlerdi. Küçük grublar halinde bulunan, yakalanması mümkün olmayan, çevik, atak, hızlı hareket eden bu ateş parçalarına karşı güçlü askeri birliklerin ne anlamı vardı ki...Gündüzleri biz İtalyanlar, geceleri Senusiler hakim oluyordu.”

Mücahidlerin kesin başarısı için iyi bir teşkilatlanma gerekiyordu. Bu da bir kısım ekonomik ve askeri yardımları gerektiriyordu. Ömer Muhtar, bir ara bunu temin için gizlice Mısır’a gitti ve İdris senusi ile bir takım görüşmelerde bulundu. Ancak İdris, Mısır ve İtalyan hükümetlerinin arasını açmamak için böyle bir yardımı kabul etmedi. Ömer Muhtar’ın Mısır’da olduğunu öğrenen İtalyan gizli haber alma örgütü, onun barış masasına oturması için ikna etmek üzerine bazı ajanlarını Mısır’a gönderdi. Bu ajanlar Ömer Muhtar'ı Mısır’da bulup ona kendilerine göre cazip tekliflerde bulundular. Eğer cihad hareketinden vazgeçer ve teslim olursa kendisine Bingazi’de en güzel bir köşk, hayatının sonuna kadar rahat yaşayacağı yüklü bir maaş, ve ekonomik yardımlar teklif ettilerse de, bu büyük dava adamından tarihi bir şamar yiyerek elleri boş dönmek zorunda kaldılar. Şöyle kükremişti Çöl Arslanı: “Ben her isteyenin böyle kolayca yutabileceği bir lokma değilim...beni kimse imanım, davam ve cihadımdan alıkoyamayacaktır. Allah onların iştahlarını kursaklarında bırakacaktır.”

İdris es Senusi ile yaptığı görüşmelerden ümidini kesen Ömer Muhtar, Mısır’lı müslümanların kısmi yardımlarını alarak, beraberindeki heyet ile Cebelü’l-Ahdar’a döndü. Dönüş yolunda İtalyanlar tarafından planlanan bir suikast da başarısızlıkla sonuçlandı.

1 Şubat 1924 tarihinde Seyyid Ahmed eş Şerif’e yazdığı mektupta haklı olarak şunları ifade ediyordu: “Selamdan sonra...Biliniz ki biz vatanımızın acıklı ve ıstırablı bir hayat yaşayan evlatlarıyız. Vatan, istila kuvvetlerinin çizmeleri altında inliyorken, İdris es Senusi çıkıp Mısır’a gitti. Arkasından İtalyanlar, yapılan bütün anlaşmaları iptal ettiler. İdris, bizi bırakıp Mısır’a iltica etti. Biz ise, kendimizi son derece dağınık bir vaziyette bulduk. Gittiği yönü, doğu ve batısını bilmeyen ve denizin ortasında yüzen bir gemi gibi terkedildik. Sen de aynı şekilde bizi bırakıp Türkiye’ye gitmeyi tercih ettin. Şunu bilin ki, vallahi, vallahi ve sümme vallahi sizi yakalarınızdan yakalayacağımız günler olacak... Sübhanallah... Tatlı olduğu ve meyve verdiği günlerde vatanınıza sahip çıkıyordunuz da, acıklı günlerde nasılda terkedip gidiyorsunuz? Mısır’a, İdris’in yanına vardık. Ondan yardım istedik. Fakat bize, “gidin, kendi başınızın çaresine bakın, bizim size yapabileceğimiz hiçbir yardım yoktur” diye bizi eliboş gönderdi. Yanaklarımızı sulayan acı gözyaşlarımızla, Mısır’dan cephemize döndük. Ancak, şunu iyi biliniz ki, biz Allah’a tevekkül ederek vatanımıza geri döndük ve kanımızın son damlasına kadar dinimizi, vatanımızı ve canlarımızı savunarak asla düşmana teslim olmamak üzere ahdettik. Ancak yine de bir çok şeye muhtacız. Özellikle silah, sonra para, yiyecek ve giyeceğe şiddetle muhtacız. Yardımcımız Allah’tır, Allah...Acele edin...Yardımda süratli davranın imkanınız ne elverirse, az veya çok demeyin.”

Mücahidler binbir yokluk içinde kıvranırken, işgal güçleri, modernize olmuş birlikleri ile artık kesin bir darbe için hazırlanıyorlardı. Kuvvet dengesi olmayan bu çirkin savaşta, İtalyanlar için her şey mübahtı. Direniş güçlerinin halktan yardım görmelerini engellemek için bölgedeki hayvanlar telef edilmekte, mahsuller, ürünler zarara uğratılmakta ve ormanlar yakılmaktaydı. İtalyanlar bu ikinci işgal döneminde hava kuvvetlerini ve zırhlı araçları azami bir şekilde kullandı. Bu da mücahid kayıplarının giderek artmasına sebep oluyordu. Ormanlıkların ateşe verilip, ortadan kaldırılması sonucu, gerilla güçlerinin seyri kolaylıkla kontrol edilebilir hale gelmişti. İtalyanlar sadece 1923-1929 yıllları arasında 141.766 küçük ve büyük baş hayvanı katlettiler. Yine bu yıllar şehid edilen mücahid rakamı İtalyan verilerine göre 4329’du.

Fakat bütün önlemlere rağmen Libya halkının direnişi, Senusi mukavemeti kırılamıyordu. Roma hükümeti beş sene içinde Sireneyka’ya beş vali göndermek zorunda kaldı;Bongiovanni, Mombelli, Teruzzi, Siciliani ve son olarak meşhur Graziani.

"Biz asla teslim olmayız. Ya kazanırız,ya ölürüz. Bizden sonraki nesillerle de savaşacaksınız. Bana gelince. Ben, cellatlarımdan daha uzun yaşayacağım." Ömer Muhtar

ÖLÜM KALIM SAVAŞI
İtalyanların üstün silah ve insan gücüne karşı mücahidler inatçı bir direniş sergilediler. Çatışmaların dozu gün gittikçe arttı. Bazı araştırmacılar sadece 20 aylık bir zaman diliminde Senusi güçleri ile İtalyan ordusu arasında 263 çarpışma geçtiğini belirtmektedirler ki, bu da mücadelenin şiddeti konusunda bize bir fikir vermektedir. İtalyan kuvvetleri ilk yıllarda ciddi kayıplara uğradılar ve mücahidîne karşı bir üstünlük sağlayamadılar. Mesela Haziran 1923’de Sirte’de meydana gelen bir çatışmada İtalyanlar 13 subay ve 300 asker kayıp verdiler. Genel itibarıyla mücahidler karşısında perişan olan İtalyanlar hınçlarını masum halktan çıkarıyorlardı. Bu ise direnişe olan desteğin gittikçe artmasına sebep oldu ve Mussolini’nin dediği gibi “Siri, yeşil bitki örtüsüyle kan rengine bulandı.”

1927 yılı mücahidler için zaferlerle dolu olarak geçti. Mart ayında İtalyanların 7 taburundan 50 askeri araç pusuya düşürüldü. Üç yüzden fazla İtalyan askerinin öldürüldüğü bu çatışma ile alakalı İtalyan general Mezetti şöyle demektedir: “Mart 1927’de gerillalar bize karşı önemli bir başarı kazanmıştır. Toplam 1200 piyade ve 400 süvari gücüyle, Kaulan-Gerrari-Maaua-Gerdes Abid boyunca uzanan hatlarımızı yararak Cebelü’l Ahdar’ın merkezini ele geçirdiler. Cebel’den Bir Gandula, Sira, Kasr Benigdem, Gergerumma ve sahile kadar uzanan karakollarıyla bizim işgal kuvvetimizi iki kısma böldüler. Kuf bölgelerinde 200 faal asker gerillaların emrinde bulunuyordu.”

Yine bu dönemdeki çatışmalarda mücahidler pek çok düşman uçağını düşürdüler, çok sayıda üst rütbeli subayı öldürdüler. Ve fazla miktarda cephane ve topu ganimet olarak kazandılar. Buna karşı İtalyanlar da yeni tedbirler düşünmeye başlamışlardı. Öncelikle cepheyi içten çökertmenin yollarını aradılar ve kesenin ağzını açtılar. Böylece 13 tane kabile şeyhini satın aldılar. Bu işlerin gerçekleşmesinde Ömer Muhtar’ın çocukluk arkadaşı, Senusi davasına ihanet eden Senusi şeyhi Şerif el Giryani önemli bir rol oynadı.

CEPHEDE SARSINTI
 Savaşın gittikçe uzaması, katliam ve kıtlığın insanları telef etmesi, İtalyanların bazı kabile reislerini vaatlerle kandırması mücahit cephesinde bir karışıklığa sebep oldu. Çeşitli kabile şeyhleri Ömer Muhtar’a İtalyanlara teslim olmasını ve bölgelerinden çekilip gitmesini, aksi takdirde kendisi ile savaşacaklarını ilettiler. Böyle tehlikeli bir vaziyette metanetini elden bırakmayan Ömer Muhtar bütün kabile reislerini umumi meşverete davet etti. Kasr el Mecahir’de akdedilen geniş çaplı toplantıda herkes özgürce reyini ortaya koydu. Ortamın alabildiğine gergin ve elektrikli olduğu bir anda Ömer Muhtar sürekli cebinde taşıdığı küçük mushafını çıkararak elini onun üzerine koydu ve tarihe geçen şu mükemmel sözlerle herkesi susturdu: “Vallahi, Ya zafer veya şehadete ermeden bu dağları terk etmeyeceğim ve İtalyanlara karşı devam eden bu savaşı asla durdurmayacağım. Mısır’a gitmek isteyenler buyurup gitsinler, İtalyanlara teslim olup ölümden kurtulmak isteyenler de teslim olsunlar, hiç kimse onları tutmuş değildir.”

Liderin bu kesin azmi ve kararlılığı karşısında teklif sahipleri özür dilediler ve bu toplantı büyük bir vahdet havası içinde sona erdi.

ARTAN BASKILAR
İtalyanlar bir halk hareketi karşısında olduklarının farkındaydılar. General Mezzetti bir raporunda buna şöyle değiniyor: “Direniş buralarda tarihe mal olmuştur ve kural tanımayan bu insanlara tarih boyunca silahlı kuvvet zoruyla kanun ve nizam empoze edilebilmişti. Cihad ruhuna sahip bu göçer insanları çiftlik sahalarına ve şehirlere çekmeden pek fazla bir şeyin değişmeyeceğini söyleyebiliriz.”

İtalyanlar Senusi mukavemetinin kaynağını kurutmak üzere halkı sahil şehirlere yakın yerlerde kurdukları esir kamplarında toplamaya başladılar. 1929 yılına gelindiğinde durum şu vaziyette idi; sahildeki bütün şehirler ve Cebel-i Ahdar’ın kuzey tarafları İtalyanların sıkı kontrolü altındaydı. İtalyanlar bu tahkim edilmiş noktalar arasında hava filoları ile, mekanize birlikleriyle ve özellikle sömürgeleri olan Eritre’den getirdikleri zavallı insanlardan oluşturdukları piyade askerleri ile sürekli devriye geziyorlardı. Artık gerillaya karşı onun usulüyle çarpışıyorlardı. Senusi mukavemetinin belkemiğini oluşturan bedevilerin beklenmedik saldırılara, hava baskınlarına uğramadan bölgede dolaşmaları hemen hemen imkansız gibiydi. Bir bedevi kampını keşfeden keşif uçakları çoğu zaman telsizle durumu en yakın İtalyan birliğine haber veriyor ve uçaklardan açılan makineli tüfek ateşi kamp sakinlerinin toparlanıp bir yere sığınmalarını önlerken, nereden çıktığı belli olmayan bir kaç zırhlı araç kampı kuşatıp, namlularını dosdoğru çadırlara, develere, kadın, çocuk, yaşlı ayırımı gözetmeksizin insanlara çevirerek kampları yerle bir ediyorlardı. Bu katliamdan sonra sağ kalan canlılarsa sürüler halinde zırhlı araçların önüne katılıp kuzeye doğru, İtalyanların sahil yakınlarında kurdukları müstahkem toplama kamplarına götürülüyorlardı.

Buna rağmen mukavemet durmuyordu. General Mezzetti, 1 Aralık 1928’de yazdığı raporunda şöyle diyor: “Bölgede siyasi ve askeri bir organizasyon gerçekleşmeden, Ömer Muhtar’ın siyasi ve askeri örgütünün çökertilmesi ve bölgenin kontrol altına alınması mümkün değildir.”

MÜTAREKE GÖRÜŞMELERİ
1929’da Valiliğe atanan Badoglio, genel af ilan etti ve teslim olmayıp direnişe devam edecekleri, kötü bir şekilde bastıracağını bildirdi. Öyle ki, Badoglio, “Berka Kasabı” namıyla anılır oldu. Ama ne halka karşı savurduğu tehditler, ne de af söylentisinin çok büyük bir tesiri görülmedi. Şubat-Mart 1929’da gerilla saldırıları daha da arttı. Ömer Muhtar, İtalyan güçlerinin yoğun bombardımanları altında büyük bir direniş sergiledi. Fakat savaşa kısa bir süre ara verilmesi mücahidlerce de uygun olacaktı. Ömer Muhtar ve arkadaşları 13 Haziran’da vali yardımcısı Sciliani, 18 Haziranda Badoglio ve 28 Haziranda tekrar Sciliani ile Cebel’in değişik yerlerinde görüşmeler yaptılar. İki aylık süren mütarekenin sadece bir oyalamadan ibaret olduğunu gören Ömer Muhtar, Ekim ayında mütarekeyi bozdu ve çatışmalar tekrar başladı.
8 Kasım 1929’da Mücahidler Bingazi’deki İtalyan karargahına saldırı düzenlediler. Buradaki İtalyan birliğini tamamen ortadan kaldırıp, karargahı havaya uçurdular. Bu ise sömürgeciler arasında büyük bir şaşkınlık doğurdu. Sonunda Mussolini duruma el attı ve harekatın başına general Rodolfo Graziani getirildi.(10 Ocak 1930)

GRAZİANİ
Graziani sömürgelerde özel olarak yetiştirilmiş, komutanların en tecrübeli ve en acımasız olanıydı. Önce bir analiz yapan General, durumu şöyle özetlemekteydi: “Savaş hali kızışmıştır. Müslümanların kayıpları cüzidir. Ömer Muhtar yaralanmasına rağmen, hala yeni taktiklerle saldırılarını düzenlemektedir. Direniş Senusi kaynaklıdır. Bu hareket, bir grup veya bir şahsa indirgenemez. Gerektiğinde yeni kitle ve dipdiri başka bir liderle hareket devam edecektir.” Bu analizleri yapan Graziani şu tedbirleri aldı:

1-Senusi tekkelerini kapattı, şeyhlerini yurt dışına sürdü, malvarlıklarına el koydu.
2-Halkın silahsızlandırmasına büyük ağırlık verdi, silah aramalarını arttırdı.
3-Seyyar mahkemeler kurdurup halka kan kusturdu. Bu mahkemelerin çoğu idam ile neticelendi.
4-Toplama kamplarını genişletti ve bütün bir ülkeyi abluka altına aldı. Kamplardaki yaşama koşulları tam bir vahşet örneğiydi. Bu kadar insanın dörtte birini bile doyuracak erzak yoktu. Esirler ve gasp edilen hayvanlar arasında ölüm oranı tüyler ürperticiydi.
5-Mısır hududunda 300 km’lik bir alanı dikenli tel örgülerle sardı.
6-Çöl yollarını uçak devriyeleriyle sürekli gözetim altında bulundurdu
7-İtalyan hükümetinin emrinde çalışan yerli memur ve askerleri hainlikle suçlayıp pasifize etti.
8-Mısırla olan her türlü ticareti yasakladı, Cebel-i Ahdar halkının ekonomisini kontrol altına aldı.

Bütün bu tedbirlerden sonra müslümanlara karşı ard arda bir çok baskınlar ve saldırılar düzenlendi. Baskınlar sürmesine rağmen Ömer Muhtar hala operasyonlarına devam ediyordu. 11 Nisan 1930’da El Faidiyye üzerinde büyük bir saldırı düzenleyen mücahidler, İtalyanları unutamayacakları bir hezimete uğrattılar. Graziani, bu hususta hatıralarında şunları kaydeder: “Bu hezimet bizim moralimizi bir hayli bozup kalplerimize büyük bir sıkıntı verdi. Buna karşılık bu yenilgimiz, mücahidlere büyük bir moral verip, maneviyatlarını bir hayli kuvvetlendirmişti. Bunun üzerine Ömer Muhtar, mücahidlere hitaben şöyle seslenmişti. “Şayet Bingazi’den Cebel’ül Ahdar’a doğru gürleyen bir aslan sesi işitirseniz, sakın korkmayın. Zira olaylar ve zafer dolu günler size aslan kürkü içinde yatan bir eşşeğin olduğunu gösterecektir.”

Graziani bunun üzerine, 16 Haziran 1930’da bizzat koordine ettiği birliklerle(13.000 kişi) Fayed bölgesindeki Ömer Muhtar’ın üzerine yürüdü. Başaracağından o kadar emindi ki, Vali Badoglio’yu zaferini kutlamaya davet ediyordu. Fakat çok güçlü bir istihbarata sahip Ömer Muhtar, mücahid kuvvetlerini küçük gruplara ayırarak birbirinden uzak noktalara pusuya yerleştirdi. Sonuçta müslümanlar çok az bir kayıp vererek Graziani’yi eli boş gönderdiler.

Bu şok yenilgiden sonra Badoglio, Graziani’ye gönderdiği mektupta şöyle yazmaktaydı: “Şimdiye kadar Siri’de “uzun menzilli” diye adlandırdığınız, uzak noktalardan gelip bir hedefe hareket eden harekatlarınız hep başarısız olmuştur. Ve mevcut şartlar değişmedikçe de her zaman başarısızlığa mahkum kalacaktır. Çünkü, bu son olaydaki yenilgi ilk olan yenilgi değildi. Halk ve sahradakiler, zaten güçlü bir istihbarata sahip direnişçilerle öyle bir iş birliği içindedirler ki, bizim attığımız adımdan anında haberdar olmaktadırlar. Ömer Muhtar’ın başarısını bu haber alma servisine bağlamak gerektir.”

Badoglio, düşmanı Ömer Muhtar’ın dehası içinde şu itirafları yapmak zorunda kalmıştı: “Bu direniş bir kişinin omuzlarındadır. Ömer Muhtar, bu işi kimseye bırakmamaktadır. Bir çok başlı durumlarda kıskançlık ve iç çekişmeye imkan olsa da, Ömer Muhtar’ın disiplinli dava arkadaşları buna fırsat bırakmıyorlar. Her zaman ve durumda, sözü emir sayılmaktaydı. Savaş aleyhine geliştiğinde, güçlü haber alma servisi sayesinde, savaşa ara veriyor. Bize gelen bilgileri dahi yönlendirebiliyor.”

HAREKATTA DÖNÜM NOKTASI:KUFRA’NIN DÜŞÜŞÜ
Graziani, hem prestijini kurtarmak hem de mücahidlerin Mısır hududundan yardım almalarının önünü kesmek için seleflerin yapamadığı bir işe karar verdi. Libya’nın güneyinde İtalyanların ulaşamadığı tek toprak parçası olan Kufra’yı işgal etmek. 1930’un sonlarında yapılan hazırlıklardan sonra, 1931 Ocak ayında çöl aşıldı ve Kufra düştü. İtalyanların burada yaptığı katliam, işkence ve tecavüzler dillere destandır. Graziani, teslim olan halkın gözleri önünde Kur’an-ı Kerim’i paramparça edip, ayaklarının altında çiğneyerek “Haydi, çağırın da (hâşâ) bedevi peygamberiniz yardımınıza gelsin” demiş, ertesi günü şehrin ileri gelen uleması uçaklardan atılmış, vahadaki bütün hurma ağaçları kesilmiş, kuyular yakılmış, Mehdi Senusi’ye ait tarihi kütüphane alevlere teslim edilmiş ve insanların namusları kirletilmişti.

Kufra’nın elden çıkmasıyla mücahidlerin elinde korunmasız Cebel’ül Ahdar kalıyordu ki, burası da İtalyanların gittikçe sıklaşan kontrol ve gözetimleri altında her gün adım adım elden çıkıyor,yavaş yavaş fakat geri dönülmez bir biçimde çember daralıyordu.Artık Cebeldeki savaşın son devresi başlamıştı... Ömer Muhtar, bu durumu 1931 Ocağının son günlerinde Mısır hududunu gizlice geçip, kendisiyle görüşen Muhammed Esed’e şöyle ifade etmişti: “Sen de görüyorsun ya evlat, gerçekten biz artık bize tanınan vadenin sonuna gelmişiz. Savaşıyoruz, çünkü düşmanı bu topraklardan söküp atıncaya kadar ya da bu uğurda ölünceye kadar imanımız ve özgürlüğümüz için savaşmak zorundayız. Başka yolu yok. Allah’a aidiz ve O’na döneceğiz. Kadınlarımızı, çocuklarımızı Mısır’a gönderdik ki, Cenab-ı Allah bizi ölüme çağırdığı zaman arkamıza dönüp bakmayalım.”

ESİR DÜŞMESİ VE VEFATI
Ve 11 Eylül 1931...Ömer Muhtar ve yanındaki bir kısım mücahidîn Sılanta mevkiinde bulunan Hz. Muhammed (S.A.V.)’ın sahabelerinden Sidi Rafi hazretlerinin kabrini ziyaret etmeye karar verdikleri zaman İtalyanların tuttuğu bölgenin içersine girmişlerdi. İtalyan istihbaratı onun varlığını haber almıştı. Vadiyi her yönden saran kuvvetlerin oluşturduğu çemberi yarmanın imkanı yoktu. Mücahidler son nefeslerine kadar çarpıştılar. Son anda Seydi Ömer’in de atı vurulup yıkıldı ve onu yere düşürdü. Ama bu yetmişini geçkin ihtiyar aslan yılmadı, kendini toparlayıp tüfeğini ateşlemeye devam etti. Elinden yaralananınca tüfeği diğer eline aldı. Artık yapacak bir şey kalmayınca, askerler üzerine çullandılar ve onu esir ettiler. Önce Sûse’ye sonra Bingazi’ye 60 km uzaklıktaki Suluk’a götürüldü. Burada İtalyan birliklerinin genel kumandanı Graziani’nin karşısına çıkartıldı. Bu görüşmedeki tavırlarından etkilenen general onun hakkında şunları yazacaktır: “Odama girdiği andan çıkıp gittiği ana kadar onun vakar ve haysiyetine son derece hayranlıkla bakıp durdum. Onun tavır ve davranışlarını çok beğendim ve hayran kaldım.”

Graziani, hatıralarında Ömer Muhtar hakkında şunları demekten kendini alamaz. “Ömer Muhtar inancına, akidesine son derece bağlı bir adamdı. Onun bu inancına saldırmaya kalkışana kim olursa olsun büyük bir heyecan ve azimle karşı koyardı. O, vatanına saldıranlara karşı da korkusuzca savaşıyordu. Vatanına yapılacak herhangi bir saldırıyı karşılıksız bırakmayı kabullenecek bir şahsiyet değildi.” “ O karşısındakine anında cevap verecek üstün bir zekaya sahipti. Aynı zamanda Ömer Muhtar ileri seviyede dini kültüre sahipti. Onun kesin tavırlı bir huyu vardı. O, dinine ait hiçbir şeyi ihmal etmeyecek ve dinini herhangi bir maddi menfaat karşılığında satmayacak üstün bir kişiliğe sahipti. Dünyevi hiçbir çıkar peşinde olmayan bir kişiydi. Üstelik hayli fakir bir adamdı. Din ve vatan sevgisinden başka hiçbir dünyevi şeye de malik değildi.” “Ona canlı ve hazır bir zeka bahşedilmişti. Dini konularda iyi bir eğitim görmüş, hareketli,mütevazı ama tavizsiz...”

Mücahidlerin teslim olması teklifini red eden Ömer Muhtar, 15 Eylül 1931 günü İtalyan sıkıyönetim mahkemesi tarafından göstermelik bir duruşmaya çıkarıldı ve Graziani’nin daha önceden emrettiği gibi idam kararı veren mahkemenin yüzüne şu tokadı savurdu: “Hüküm ve karar yalnız Allah’ındır. Sizin bu sahte ve uydurma hükmünüzün hiçbir geçerliliği yoktur. İnna lillah ve inna ileyhi raciun(Biz Allah’ın kullarıyız ve sonunda ona dönücüleriz)”.

Aynı gün, toplama kamplarından getirilen binlerce Libyalının gözleri önünde gayet sakin ve korkusuzca idam sehpasına çıktı. Fecr suresinin son ayetlerinden “Ey huzura ermiş nefis! Razı edici ve razı edilmiş olarak Rabbine dön” ayetleri dilinde virdi zebandı... Özgürlüğü için her şeyi göze aldığı yeşil dağlarına son bir kere daha baktı ve bir milleti yetim bırakarak ebed alemine doğru kanatlandı. Yer Suluk çarşısı idi.

Son olarak Muhammed Esed’in 1932’de Medine’de onun şehadetini haber aldığında ağzından dökülenleri nakledelim: “Ömer el Muhtar öldü ha...Şu Sireneyka aslanı, yetmiş şu kadar yaşına rağmen halkının özgürlüğü için yılmadan sonuna kadar savaşan Ömer el Muhtar öldü demek...On uzun yıl boyunca, on uzun ve çileli yıl boyunca en modern silahlarla donatılmış mekanize birliklerle, uçaklarla, topçu bataryalarıyla takviye edilmiş düşman ordularına, kendinden en az on kat daha kalabalık İtalyan kuvvetlerine karşı halkın umutsuz direnişine bayrak olan Ömer el Muhtar...Piyade tüfeklerinden ve birkaç attan başka bir şeyleri olmayan, yarı aç mücahidlerinin başında kocaman bir esir kampına dönüştürülen bir ülkede son kurşununu sıkıncaya kadar umutsuz bir gerilla savaşı sürdüren koca Ömer el Muhtar...”

18.10.12

Edep Üzerine Sözler

Edep Ya Hu

“Utancı giden kimsenin kalbi ölür” Hz Ömer (ra)
“Edeb döküntüleri, altın döküntülerinden daha hayırlıdır” Hz Osman (ra)
“Edep aklın suretidir” Hz Ali (ra)
“Ulu kişi, arif bir insan, Rabbine karşı edebini bıraktı mı mutlaka helak olur” Yahya b Muaz (ra)
“En güzel edep, güzel ahlâktır” Hz Ali (ra)
“İnsanlık âdâbını, ilimden evvel, öğrenmek lazımdır” İmam-ı Malik
“Ayıp ve kabahatten korkmayan ile düşüp kalkmak, kıyamet gününde insana utanç verir” İmam Şafi
“İnsana, faidesiz çok bilgiden ziyade, edeb ve yüksek terbiye lazımdır” Aİbni Mübarek
“Edeb, tecrübe ile yani bizzat yaşanarak kazanılır” İmam Maverdi
“Ey Rabbim ! beni her ne ceza ile cezalandırırsan cezalandır, yalnız hicab (utanma) zilleti ile cezalandırma” İmam Kuşeyri
“İnsanın ilim ve edebi, en büyük varlığıdır Eskimez, çürümez, kaybolmaz” Mevlâna Celaleddin-i Rumi
“İnsanla hayvan arasında ki fark, edeptir” Mevlâna Celaleddin-i Rumi
“Dünya gecesini aydınlatacak şemaların en güzeli ve parlağı: Edeptir” Mevlâna Celaleddin-i Rumi
“Utanma insanın ruhunda asıldırİnsanı insan olarak muhafaza eden de budur” Nasır-ı Husrev
“Her şeyin bir hizmet edicisi vardır Dinin hizmet edicisi de edeptir” Abdullah Nibbaci
“İlim meclisine girdim, kıldım talep / İlim ta gerilerde kaldı, illa edep illa edep” Ziya Paşa
“Edeb elbisesi insanın ayıbını göstermeyen ne güzel bir elbise imiş” Sünbülzâde

Edep Ya Hu

http://pagesworm.blogspot.com/
Yunus Emre
Edep bir taç imiş, nur-u Hüdadan
Giy ol tacı emin ol her beladan
      Yunus Emre

17.10.12

What is Money?

Two young people discuss money—when it started to be used, how it changed, and how it’s used today.